Jack London’ın 1903 yılında çıkardığı aynı adlı romanından, 1935 yılından sonra bir kez daha filme uyarlanan The Call of the Wild yani Vahşetin Çağrısı’nı bu kez Chris Sanders yönetiyor. Buck isimli bir köpeğin evcil hayatından ayrılıp vahşi doğaya alışma sürecini anlatan yapım bir yolculuk hikayesi. Hem de alışık olmadığımız şekilde, bir köpeğin yolculuk hikayesi.
Film başından sonuna oldukça düzgün ilerleyen, bazen eğlenceli bazen de duygusal bir hikaye. Başarılı roman uyarlamaları arşivine eklenebilir rahatlıkla. Bu tarz yapımlarda genellikle insanların kendini keşfetme süreçlerini izlediğimiz için, bu yapımda bir köpeğin kendini keşfetme sürecini izlediğinizde, filmden çıkınca yüzünüzde istemsiz bir gülümseme oluşuyor.
Nasıldı?
Konusundan bahsedecek olursak Buck zengin bir hayattan koparılıp vahşi yaşama alışmaya çalışıyor ve hikayesi boyunca karşısına çıkan zorlukları anlatıyor bize film. Filmin anlatıcısı konumunda Harrison Ford’un canlandırdığı John Thornton var ve Buck ile karşılaşmaları ikisinin de hayatında değişimlere yol açıyor. Başından sonuna film koltuğa bağlamayı başarıyor seyirciyi ve hiç sıkmıyor. Roman uyarlaması olup da hiç sıkıcı olmayan ender filmlerden olmuş.
Nasıl Çekilmişti?
Filmde sadece Buck değil bütün hayvanlar cgi gibiydi ve çok başarılıydı efekt kullanımı. Ayrıca bir dönem filmi de olduğu için karşımıza çıkan gerçekçi mekanlar genelde stüdyoda çekildiği izlenimini veriyor. Evet yeşil perde her yerdeydi diyebiliriz. Kahramanımız Buck bazı sahnelerde konuşacak gibi hissediyorsunuz çünkü mimikleri çok gerçekçi, davranışları çok doğal. Ne zaman üzgün, ne zaman neşeli çok rahat anlaşılıyor. Kostümler ve dekorlar çok başarılıydı yine. Sanat yönetimi efektler kadar başarılı uygulanmıştı filmde.
Senaryo ve Oyunculuk
Senaryosu bir romandan uyarlama olan Vahşetin Çağrısı’nda bir anlatıcımız var ve Buck’ın hikayesini onun ağzından dinliyoruz. Bu da filmi izlerken yormuyor bizi anlatıcı çoğu yerde faydalı bilgiler veriyor. Kendisi Buck’ın filmdeki rol arkadaşı Harrison Ford’dan başkası değil . Yaşlı John karakteriyle Harrison Ford her zamanki gibi rolünün hakkını veriyor.
Filmin başları aşırı eğlenceliyken, Buck’ın yaşadığı zorluklar arttıkça duygusallık da artıyor. Onunla gülüp onunla ağlıyoruz neredeyse. Vahşi yaşama alışma süreci, karşılaştığı insanlar ve hayvanlar, yeni tecrübeler edinmesi derken filmin sonlarına geliyoruz ve çok yerinde bir finalle bitiyor film. Her şey olması gerektiği gibi sonlanıyor filmde.
Biraz spoiler konuşalım.
Buck ünlü bir yargıcın evinde şımarık bir hayat sürerken cezalı olduğu bir gece kaçırılmasıyla kendini postacı kızak köpeklerinin arasında buluyor ve ilk liderlik savaşını buradaki kurt köpeğine karşı veriyor. İçgüdülerini yavaş yavaş izleyen Buck ilk olarak postacı köpeklerin lideri oluyor ve vahşi yaşama alışmaya başlıyor. Postacı sahibinden ayrıldığında ise yolu John Thornton ile kesişiyor. Yaşlı John oğlunu kaybetmenin verdiği hüzünle yolunu kaybetmiş bir adam ve Buck da hemen hemen onunla aynı durumda. İkisi de yalnız ve yollarını bulmaya çalışıyorlar.
Çıktıkları macerada Buck kendini vahşi yaşamın ortasında buluyor ve atalarıyla tanışıyor. Avlanmayı öğreniyor, her zaman boyun eğdiği insanlara karşı koymayı öğreniyor ve filmin sonunda da tamamen kendini keşfetmiş oluyor. Artık insanlarla yaşayamacak durumda olan Buck, kendi sürüsününün lideri oluyor ve yoluna tek başına devam ediyor. John Buck’ın kendini keşfetmesini kaleme alıyor ve bunu bize anlatıyor film içinde.